Edebiyat ve Yazarlık

Ünlü öykücü Mustafa Kutlu'dan yeni yazı

Uzun hikayeleri ve deneme yazılarıyla Türk edebiyatında yer eden Mustafa Kutlu yazılarına devam ediyor...

Türk edebiyatının yaşayan en önemli kalemlerinden biri olan ünlü uzun hikaye ve deneme yazarı Mustafa Kutlu, Yeni Şafak Gazetesindeki köşesinde yazılarına devam ediyor. Mustafa Kutlu, kamuoyunda aynı adlı kitabından uyarlanarak başrollerini Kenan İmirzalıoğlu ve Tuğçe Kazaz'ın paylaştığı "Uzun Hikaye" isimli film ile de tanınıyor.

İşte Mustafa Kutlu'nun bugünkü yazısı:

Tek Başına

TRT 2’de bir belgesel var.

Her rastladığımda mutlaka seyrederim.

Kastamonu’nun boşalan köylerinde tek başına kalmış yaşlı erkekleri anlatıyor. Ailesi, çocukları İstanbul’da. Çok ısrar etmişler sen de gel, diye ama o doğup büyüdüğü köyünü bırakamamış.

Bu belgesel ülkemiz ve insanımızın yirminci yüzyılda yaşadığı bir büyük dramı dile getiriyor.

Asırlardır köylerde tarım toplumunda sürüp gelen hayatın sona ermesi. İnsanlarımız toprağı terk edip büyük şehirlere göçtü. Göç asrın ikinci yarısında hızlandı ve bazı dağ köyleri ile geçimi zor orman köyleri büsbütün boşaldı.

İnsanımız yabancı olduğu bir hayatı yaşamaya başladı. Belgeselin adı: “Bir Başka Hayat”.

Dört mevsim çekilen bu sebeple dört başı mamur olan bu muhteşem belgeselin jeneriğine bir türlü rastlayamadım. Bu sebeple kimin eseri olduğunu bilmiyorum. Yapımcısına, yönetmenine tebriklerimi iletiyorum.

Boşalan köyler birbirine benziyor. Ekilecek arazi yok gibi. Buralarda geniş anlamı ile hayvancılık da yapılamaz. Kıt kanaat geçim olan orman köyleri sanki.

Ancak tabiat harika.

Ben de kendi memleketimde buna benzer köylerin nasıl boşaldığını anlatan bir eser yayımlamıştım: “Beyhude Ömrüm”.

Şehre göçen birinci nesil çok zorluk çekti. Ve onların yokluk içinde büyüyen çocukları. Metropolün çevresinde bir gecekonduda geçti hayatları. Seneler sonra bu semt şehrin ortasında kaldı ve o aileye en az on dairelik bir apartıman kazandırdı.

Göç en azından yetmiş yıldır sürüyor ve rant ekonomisi devam ediyor.

Belgesel bir türlü gidemeyip geride kalanları anlatıyor. Harika ahşap evler hep harap olmuş, çürüyor. İçlerinde tek tük sağlam yapılar var. Sahipleri yazdan yaza geliyor olmalılar.

Kışın orada kalan tek adam. Yaşlı ve yorgun.

Bunlardan biri zurna çalıyor. Yalnızlığını arkadaşı zurnayı öttürerek gideriyor.

“En yaman kömüşü ben koşardım. En yağız ata ben binerdim” diyor.

Düğünleri anlatıyor, davul-zurna ile coşan gençleri. Sonra bir yere çöküp kendiyle konuşuyor: “Bu yıl kocadığımı anladım. Allah göstermesin gecenin birinde hastalanıversem kimi yardıma çağıracağım ki?”

İşte yalnızlık budur.

Tek başına yaşamak.

Bir başkası ömrü boyunca hayvan beslemiş. “Zamanında bu köyden 150-200 baş sığır çıkardı” diyor.

“Artık yaşlandım, gücüm yetmiyor” diyor. Elinde kalan iki düve ve bir tosunu satıyor. Alıcı hayvanları kamyona yükleyip gittiğinde ıssız kalan yola bakıyor. Eli böğründe tarifsiz kederler içinde. “Yetmiş yıl hayvan baktım ben” diyor. Şimdi. “Bitti artık, bu son” diyor.

İşte bir ömrün, bir hayat tarzının bitişi. Dönüp ağır ağır evine doğru gidiyor.

Yağmur sarı yaprakları sürüklüyor. Dallarda eğleşen rüzgâr bir ağıt yakıyor. Yönetmen bu ızdırabı tabiattan aldığı doyumsuz sahneler ile dile getiriyor.

Bir başkası takım elbisesini giymiş, ayna karşısında şapkasını itinayla takarken şunları söylüyor:

“Babam titiz adamdı. Titiz ve temiz. Benim de öyle olmamı isterdi. Onun sözlerini tutmaya çalışıyorum.”

Hazırlık bitince ağır ağır köy mezarlığına gidip babası için dua ediyor. Her hafta tekrarlıyor bunu.

“Bizler bu dünyadan göçersek mezarları ziyaret eden kimse kalmayacak” derken keder dolu gözlerle köyün yamaçlarına, ağaçlarına dalıyor.

Çatısı çökmüş, pencereleri dağılmış, gövdesini sarmaşıklar sarmış bir ev görüyoruz.

Gıcırdayan merdivenlerden çıkıp bir boş odaya giriyoruz. Bir yanda bir boş beşik, öte yanda bir oyuncak tahta araba, tavan tahtaları arasından gökyüzü gözüküyor.

Kimler güldü eğlendi bu odalarda, kimler ağladı?

Dördüncü kişi oldukça hareketli. Bir ayağı İstanbul’da. “On üç yaşında kaçtım köyden diyor. Kırk yıldır İstanbul’dayım bir hayrını görmedim.”

Her bahar köye gelip beş on hayvan alarak güze kadar besliyor, güzün onları satıp İstanbul’a dönüyor.

Uzak akraba bir yaşlı hanım onun yoldaşı. Birlikte topladığı mantarları ayıklıyorlar. Belli ki köyden ayrılanlar bu mantarı özlüyor.

Adam ayrıca cam kavanozlarda konserveler, reçeller; işte ne bulmuşsa köy mamulü yiyecekleri İstanbul’daki çocuklarına taşıyor. Ayrılırken özlemle: “Ölmez sağ kalırsak yine baharda köyde buluşuruz” diyor yaşlı kadına.

Bu girişken ve henüz ihtiyarlığa adım atmamış adam arabası ile köyden ayrılıyor.

Üç köyün içinde üç yalnız ihtiyar hatıraları ve özlemleri ile baş başa kalıyor.

Bu belgesel kime dokunur, o boş kalan harap evlere baktıkça kimin gözleri dolar?

Elbette oralarda doğmuş, büyümüş; o toprakların suyunu içmiş, ekmeğini yemiş, oralarda sevmiş sevilmiş; oralar ait zihinlerin, kalplerin sahipleri duygulanır.

Metropolün asla bilemeyeceği bir şey bu.

Ülkemizin, insanımızın asırlar sürmüş tarım toplumundan nasıl koparıldığını gösteriyor belgesel.

Son şahitleri konuşturarak.

Bağırıp çağırmayan sessiz bir ağıt işte.